Yazılarım E-postana gelsin.

Yaz E-Postanı!

10 Kasım 2016 Perşembe

ÂŞIK ile ATA

Özlem Ekici
   Yıl 1933. Aylardan Ekim. Türkiye’nin her yerinde Cumhuriyetin 10. yılı kutlanıyor. Sivas’ta da büyük bir tören var. Her taraf bayraklarla donatılmış. Marşlar söyleniyor, şiirler okunuyor..
Sivas’ın Sivrialan Köyünün Akçakışla nahiyesinden de aşıklar gelmiş. Bağlamalarını çalıyorlar, yanık türküler yakıyorlar. Aralarında biri var ki, o farklı. Sazı farklı, sözü farklı. Üstelik gözleri görmüyor. Cumhuriyet’in 10.Yılı için yazdığı destanı okuyor..

“Gazi Paşa Hazireti bir kişi
Ne kadar cesaret tuttu bu işi
Sarmıştı vatanı düşman ateşi
Esirgedi bizi ziyanımızdan ”

   Veysel Şatıroğlu’ydu bu destanı okuyan. Tanınan ismiyle Aşık Veysel’di. Sazı, sözü çok beğenilmişti. Sivas Belediye Başkanı ve ilin önde gelenleri o an karar verdi. Veysel Ankara’ya gitmeli, bu destanı mutlaka Mustafa Kemal’e okumalıydı. Aylar süren bir çalışma yapıldı. Heyet kuruldu. Yol için para toplandı.Ama Ankara uzun, ince bir yoldu.
Motorlu taşıt yoktu. Veysel, arkadaşı İbrahim Tutiş ile yola koyuldu.

   Ankara’nın yolları taştandı. Tabana kuvvet dediler. Cumhuriyet ve Mustafa Kemal aşkına. Günlerce yürüdüler. Patikaları, dereleri geçtiler. Dağları, tepeleri aştılar. Aylar sonra Ankara’ya varabildiler. Tarih 1 Nisan 1934 idi. Üstlerinde köylü kıyafetleri vardı. Altlarında potur. Ayaklarında çarık. Toz toprak içindeydiler. Sorup soruşturdular. "Gazi Mustafa Kemal’in huzuruna nasıl çıkabiliriz?"
Tam Kızılay’da vardılar ki, iki polis çıktı karşılarına.
"Nereye hemşerim?"
"Biz Sivas’tan geliyoruz, halk ozanıyız. Gazi’nin huzuruna çıkacağız."
"Olmaz."
"Neden olmaz? Atatürk’e bir destan yaptık. Ona okumak istiyoruz."
"Yasak hemşerim. Bu kıyafetle değil Gazi’nin huzuruna çıkmak, Kızılay da bile dolaşamazsınız. Yasak."
"Üç aydır yollardayız. İzin verin de geçelim."
"Kesin emir var. Yasak dedim size. Köyünüze geri dönün."

   Polisin dediği dedik, astığı kestikti. Gerçekten de o günlerde Ankara Kızılay’da böyle kıyafetlerle dolaşmak yasaktı. Yasağı Ankara Valisi Nevzat Tandoğan koymuştu. Kızılay yabancı devlet adamlarının ve turistlerin gezdiği bir bölgeydi. Üzerinde Türkiye Cumhuriyeti’ne yakışır kıyafet olmayanlar giremezdi. Vali efendi "Hırpani kıyafetlileri sokmayın" demişti. Cumhuriyetin “Köylü Milletin Efendisidir” sloganı Ankara’da geçerli değildi. Aşık Veysel ve arkadaşı üzerilerindeki köylü kıyafetleri nedeniyle Kızılay’a sokulmamıştı.

   Üzgün ve kırgındılar. Arkadaşı İbrahim Veysel’e “Bari bir gazeteye gidelim, derdimizi anlatalım..Belki Gazi gazeteyi okur, bizi çağırtır” dedi. Soluğu Hakimiyet-i Milliye gazetesinin matbaasında aldılar. Dertlerini anlattılar. Veysel sazını çıkardı 10. Yıl Destanını okudu. Fotoğrafları çekildi. Ertesi gün 2 Nisan 1934 tarihli Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nde çıkan haber şöyleydi:

“Dün gazetemize Anadolu’nun saz şairlerinden biri geldi. Sivrialan köyünden olan bu yanık yüzlü adamın iki gözü de görmüyordu. Bu saz şairinin yeni yazdığı koşmalar, inkilabın halkın en görgüsüz tabakalarına kadar nasıl işlemiş, anlaşılmış ve sevilmiş olduğuna en büyük delildir.”

   Görgüsüz tabakadan Aşık Veysel Ankara’da uzun süre haber bekledi. Günlerce ne arayan, ne soran oldu. Çünkü Hakimiyet-i Milliye gazetesinde Veysel’in Atatürk ile görüşme isteğinden satır yoktu. Gazi’nin haberi bile olmadı. Sonunda paraları bitti. Boynu bükük Sivas’a döndüler. Ama ne cumhuriyete, ne de Mustafa Kemal’e inançlarını hiç yitirmediler.

   Aradan yıllar geçti. 1938 yılının başlarıydı. Atatürk Dolmabahçe’de İstanbul Radyosunu dinliyordu. Programda Aşık Veysel vardı. Çok etkilendi. “Bu ozanı bana getirin” dedi. Emir subayları hemen radyoya gittiler. İstanbul Radyosu Müdürü Mesut Cemil Bey’e Aşık Veysel’i sordular. Maalesef Veysel binadan çıkmıştı ve gittiği yer bilinmiyordu. Ertesi gün Veysel tekrar radyoya gitti. Radyo Müdürü Cemil Bey “Gazi seni görüp, dinlemek istedi ama bulamadık..Al bu mektubu yarın Dolmabahçe’ye git, seni Mustafa Kemal ile görüştürsünler” dedi. Veysel sabah erkenden arkadaşı İbrahim Tutiş ve mektupla birlikte soluğu Dolmabahçe Sarayı’nda aldı. Bu kez üstlerinde pantalon, ceket ve fötr şapka vardı.
Nöbetçi askere “Akşam Atatürk bizi aratmış, şimdi duyduk, geldik” dedi. İçeri aldılar. Kendilerini Yaver Şükrü Bey karşıladı. Şükrü bey mektubu açtı, okudu. “Gazi şu an çalışıyor, haber veremem..Siz adresinizi bırakın, müsait olduğunda sizi aldırırız” dedi. Saraydan üzgün ama umutlu döndüler. Yine günlerce haber beklediler. Ama yine ne arayan oldu, ne soran. Çünkü Mustafa Kemal rahatsızlanmıştı. Bir süre sonra da hayata gözlerini yumdu. Aşık Veysel yıllarca bu buluşmayı beklemişti. Nasip olmadı.

Anılarında bu olayı şöyle özetledi:
“Kulaklarımla Mustafa Kemal’in sesini işitmeyi candan arzu ettim ama kısmet olmadı”

Atatürk'ün ölümü üzerine söylediği ağıtı şöyle bırakıyorum buraya:



Âşık, ölüme giderken diyordu ki:
“Elden gelen bir şey yok; bu yola hepimiz uğrayacağız. Mümkün olsaydı, Atatürk’ü kurtarırlardı.”

Atatürk ile tanışamamak hayatı boyunca en büyük yarası olmuştu, Âşık Veysel'in.

Son olarak Âşık Veysel'in de dediği gibi;


AĞLAYALIM  ATATÜRK'E !!!



Artık Facebook üzerinden de takip edebilirsiniz: buyrun buradan



3 Kasım 2016 Perşembe

Kuş Ölür Sen Uçuşu Hatırla - Furuğ Ferruhzad

Özlem Ekici

Kimvurduya gitti aşkımız, faili meçhul değilse nefsi müdafaadır…
Ellerimizdeki kelepçenin anahtarı sende
Kavgamızın tek seyircisi bu şehir
Tutunduğumuz tek dal içimizdeki isyandır.
Söyle sevgilim sen söyle,
Akan kanımızın hesabını kime soracağız?
Kim toplayacak gözyaşlarımızı?
Kim koyacak sevgiyi içimize?
Gittik gittik gittik
Acılara gittik
Keşkelere gittik
Ben sana sen bana gittik
Sonra öğrendik ki dünya yuvarlak,kaldık.
Sen bağıra bağıra ağlardın ben susardım
Sen duvarları yumruklardın duvarlarında ellerinin izleri kan içinde
Ben içime içime oyardım kendimi
Sen çimenlere yatıp uyuyakalırdın
Ben banklara tünemiş uykusuz
Sen ot içerdin duman kusardın geceye
Ben tek sigaralık ciğerimle öksürüklerde
Sen aşka inanmazdın, sen inanmazdın
Ben maviye inanırdım
Boynumdaki yorgun damarların mavisine
Beyaz dalgaları omuzlayan deniz mavisine
Denizin bittiği yerde başlayan göğün mavisine inanırdım
Bir de ensemdeki dövmeye inanırdım;
Kuş ölür sen uçuşu hatırla



Furuğ Ferruhzad         


Artık Facebook üzerinden de takip edebilirsiniz: buyrun buradan


1 Kasım 2016 Salı

Hayatta Ne Kadar Yaşıyoruz? - Stuart Chese

Özlem Ekici
   Hayatta bazen gerçekten yaşadığımızı bazen de yalnız hayatta olduğumuzu hissederiz. Acaba yaşamak nedir? Hayatta ne kadar yaşıyoruz ?

   Günlerimizin bazı saatleri canlı, bazıları ise cansız geçer. O halde canlı geçen saatleri canlı, cansız geçenleri ise cansız yapan nedir?

   Böyle bir soruya cevap vermekle gerçek hayatın ne demek olduğunu anlayabilir misiniz?

   Bir iş, bir vazife başardığım zaman, mesela bir makale yazdığım, resim yaptığım veya dairede çalıştığım sırada yaşadığımı hissediyorum. Sanat bana hayat veriyor. İlgi çekici bir roman, duygu dolu şiirler, resimler, opera parçaları, güzel binalar ve bilhassa köprüler sanatkarlık duygularımı harekete geçiriyor. Dağları, denizi, yıldızları gördüğüm zaman, bir bitki gibi sadece hayatta olmadığımı anlıyor yaşadığımı hissediyorum.

   Aşık olmak, arkadaş sevmek, yaşamaktır. Biriyle bir münakaşa yaparken, hoşsohbet kimselerle konuşurken yaşadığımı hissediyorum. Tehlikede olduğum, mesela yüksek bir dağa tırmandığım zaman yaşama duyum sadece hayatta olmak duygusunu yeniyor. Acı duyduğum zaman gerçekten yaşıyorum. Açık havada gezdiğim, denizde yüzdüğüm, güzel yerlerde yürüdüğüm zaman yaşadığımı hissediyorum. Açken lezzetli bir yemek yemek, sıcak bir günde susayınca kaynaktan buz gibi bir su içmek, açık havada geçen yorucu bir günden sonra uyumak, rüya görmek ve içten gelen kahkahalar savurmak yaşamaktır.

   Buna karşı, sıkıcı işlerle uğraşırken, mesela hesap yaparken, ticari mektuplara cevap verirken, tıraş olurken, giyinirken, alışveriş yaparken sadece hayatta olduğumu hissediyorum. Sıkıcı kimselerle konuşmak, her gün aynı yolları, binaları, odaları, eşyaları görmek yaşamak değildir. Bir şeye kızdığım veya biriyle kavga ettiğim zaman yaşamaktan uzaklaştığımı hissediyorum.

   Yapmayı sevdiğim veya sevmediğim şeyler, yaşamakla sadece hayatta olmanın farkını açıkça gösteriyor. Bununla beraber insan, canlılığını ve neşesini koruyarak, sıkıcı bir çevrede de yaşadığını hissedebilir. Bunun gibi, insan tıraş olurken şarkı söyleyebilir, giyinmekten ve bulaşık yıkmaktan zevk alabilir.

   Bir haftanın kaç saatini gerçekten yaşadığınızı hesaplarsanız bunun sadece tüm haftanın sadece dörtte biri olduğunu görürsünüz. Bu zamanı zevk verici bir işle uğraşmak, pazar gezintilerine çıkmak, lezzetli bir yemek yemek, güzel bir kitap okumak, tiyatro ve sinemaya gitmek ve arkadaşlarla konuşmakla geçirin.

   Yaşama hislerimiz, çevremizdekilerin yaşam hisleri ile kuvvetlenir.


Stuart Chese       









22 Ekim 2016 Cumartesi

Bir Fotoğrafa

Özlem Ekici

Karşımdasın işte... 
Bana bakmasan da oradasın, görüyorum seni. 
Ah benim sevdasında bencil, yüreğinde sağlam sevdiğim. 
Kalbime gömdüm sözlerimi, ceset torbası oldu yüreğim. 
Tıkandığım o an, 
Elimi nereye koyacağımı şaşırdığım o an işte, 
Aklımdan o kadar çok şey geçti ki takip edemedim. 
Ellerim boşlukta, ben darda kaldım. 
Ellerim buz gibi, ben harda kaldım. 
Bir senfoni vardi kulağımda çalınan, 
bitti artık hepsi... 

Köşeme çekildim, hani hep kaldığım köşeme. 
Bakış açım belli oldu yine. 
Geride kalan, ardından bakar gidenlerin. 
Bir meltem olacak rüzgarım dahi kalmadı benim. 
Dağlara çarptım her esişimde. 
Yollara küfrettim her gidişinde. 

Demiştim sana hatırlarsan: 
"Önemli olan 'zamana bırakmak' değil, 
'zamanla bırakmamak'tır.."
Şimdi bana, geçen o zamanın 
Unutulmaz sancısı kalır

Gittigim eğer bensem, söyle bana kimden gittim? 
Sende yoktum zaten ben, ben yine bende bittim...



                                    
                                                               Nâzım Hikmet Ran







16 Ekim 2016 Pazar

Kocaman Bir Çocuğu Öpüyorsun

Özlem Ekici

Sen bende neleri öpüyorsun bir bilsen 
Herkesin perde perde çekildiği bir akşam 
Siyah bir su gibi yollara akan yalnızlığı öpüyorsun 
Ağzında eriklerin aceleci tadı 
Elleri bulut, gözleri ot bürümüş ekin tarlası 
Bir çocuğun düşlerine inen tokadı öpüyorsun.

Yağmur her zaman gökkuşağını getirmiyor 
Aralık kapılarda bekleyişin çarpıntısı 
Bir kadının eksildikçe ömrüme eklenen 
Uzun gecelerini, solgun gövdesini öpüyorsun. 
Uzak dağ köylerine vuran ay ışığı 
Kerpiçlerden saraylar kuruyor yoksulluğa 
Ne suların ibrişimi ne gökyüzü ne rüzgâr 
Sen bende gittikçe kararan bir halkı öpüyorsun. 

Sakarya Caddesi'nde sarhoşlar 
Rakıyla buğulanmış kaldırımlarına gecenin 
Yüksek sesle bir şeyler çiziyorlar. 
Yalnızlık her koşulda bir sığınak bulur, diyorum 
Uzanıp dudağımdaki titremeyi öpüyorsun. 
Örseler acıyla düştüğü yeri 
Susarak büyüyen adamların sevgisi. 
Ağzında pas tadıyla bir inceliği söylemek 
Bir gülünç içtenliktir, gecikmiş ve ezik 
Sen bende yanlış bir ömrün tortusunu öpüyorsun. 
İnsanın zamana karşı biricik şansıdır aşk 
Onca kapı onca duvar içinde bulur aynasını. 
Sen bende neleri öpüyorsun biliyor musun 
Herkesin simsiyah kesildiği bir akşam 
Yıldızlarla yedirenk gökyüzünü öpüyorsun. 

Sen bende, gözlerinin anne ışığıyla 
Bir solgunluktan doğan kocaman bir çocuğu öpüyorsun.


                                                      Şükrü Erbaş





15 Ekim 2016 Cumartesi

Ne Yazık Ki!

Özlem Ekici

   Yalnız başlarız bu hayata. Belki böyle gözükmez ancak her daim öyledir. 

   Her başladığımız işte yalnızızdır. Arkadaş, dost, bizi anlayan birilerini isteriz çevremizde. Bu kişileri bulabilsek bile her zaman gidebileceklerini düşünmemizden ötürü, daha kalıcı olanını hayal etmeye başlarız. Onu bir karaktere yerleştiririz ve bıkmadan usanmadan değiştiririz. Yeni birilerini görürüz ekleriz, bizi üzün birilerini görürüz eksiltiriz. Ne de olsa hayal ürünümüzden başka bir şey değil. Ne yazık ki, o hayal ettiklerimiz hiç bir zaman yanımızda olmayacak.

  Gülmekten karnınızın ağrımasını dilediğiniz anlar gelir, bazen ise yanağınız kırıştığı anda kollarına almasını istediğiniz anlar gelir. 

Ne yazık ki bunlar da olacak!

   Duvarlarımızı, yürüdüğümüz yollarda şeritler misali çizdiğimiz hayalimiz; ne derseniz deyin “hayat arkadaşınız” olacaktır.

  Bir şekilde tanışmış olacaksınız. Otobüste, üniversitede, taksiden indiğiniz çarpışarak, denizde boğulduğunuza gülecek belki de, en iyisiyle gülüşüne vurulup tanışmak için can atacaksınız, günlerce rüyalarınızda yer alacak, belki de bir gün gelip yalnız oturduğunuz masadaki sandalyeyi paylaşmayı isteyecek.

Her ne olursa olsun ne yazık ki bu da olacak!

  Günleri saymaya, günlerin getirilerini haftalardan aylara dönüştüreceksiniz, içiniz içinize sığmayacak parkta oynayan çocuklar gibi kirlenmekten korkmayacaksınız. Planlarınız birbirine dolanarak oluşturacaksınız, sabahların sizin olmasını, gecelerin onun yanındayken olmasını isteyeceksiniz.

Merak etmeyin, bunların hepsi ne yazık ki olacak!

  Alışmış olacaksınız, oturduğu sandalyeye ayağınızı koyabileceksiniz, marketten su alırken iki tane alacaksınız artık, çakmak taşımaktan yorulduğunuzdan ötürü yeni çakmak almaya aldırış etmeyeceksiniz, sırtınız ağrıdığı zaman “sırtım ağrıyor” diyebileceksiniz, şarkı söylemesinden rahatsız olduğunuz an susturabileceksiniz.

Er geç bunlar da olacak!

  Zamanın ne kadar ilerlediğini fark edemediğiniz için, seslerinizi rüzgar gibi yükseltebileceksiniz. Kahvaltıya gelmesini bekleyeceksin ancak uyuyakalmış olacak, bir gün kahvenizi paylaşmaya başlayacaksınız, arabada ki müzik seçiminden sorumluluğunuz üstünüzden kalkacak.. 

Bir gün olacak!

  Yataklarda yan yana yatışlarınızı özleyeceksiniz, geceleri bekleyeceksiniz “iyi geceler” mesajını ancak gelmeyecek, sabahları uyandırmalar son bulacak, öpmek için can atmayı bırakacaksınız, saatlerce telefon konuşmaları gibi.

Süre önemsiz bile olsa, ne yazık ki bu da olacak!

  Felaketi ise; kavgalar. Her zaman kavga olacak. Her ilişkide, her arkadaşlıkta, her düşmanlıkta, aile içinde, araba kullanırken, yanlış kahve getirilmesinde, ters yöne giren bisiklet sürün kişiye karşı, internete bile, uykunuzu kaçıran güneşe.

Ne yazık ki olacak!

   Bunlar olurken, her biri; öpmeler, sevmeler, sabahlar-geceler, kahvaltılar, mum ışığında bakışmalar, ilk tanışıldıktan sonra ki mesaj beklemeler, ertesi gün ne giymeliyim heyecanı, artık yemesen bile yeter sınırları, bağırarak müzik söylemeler, sinema günleri beklemeceler. Her ne olursa olsun en önemlisi; kavga. 

  Bağıracaksınız birbirinize, belki de hiç çıkmaması gereken cümleler kurulacak, sert ifadeler kullanılacak, olmaması gereken yerde kavgaya tutuşacaksınız, belki de bir yanlış anlaşılma söz konusu olacak ya da bir kıskançlık, beklenmedik bir şekilde naz yapma isteği sonucunda olacak. Hassas bir gününüze denk bile gelmiş olabilir. 

   İlişkilerde ne yazık ki bir taraf her daim “hava yastığı” diye nitelendirilen duruma gelmesi gerekiyor. Haklı haksız bunun önemini hiç görmeden, gerçekçilik gözlüklerini çıkartıp, kavgayı sakinleştirmesi gerektiğinin farkına varmalı. Yoksa tüm zamanlar, tüm biriktirilen anlar, uğrunda beklenilen soğuklar, her biri ne yazık ki yitip gidecek. ! 
  
  Karşınızdakine bir kez durup bakın, her ne söylüyorsa söylesin, durun ve sadece “bir saniye” olarak bakın ve kim olduğuna iyice bir bakın. O an zaten eminim farkına varacaksınızdır, ne yapmanız gerektiğinin.

  Eğer kaybetmeyi göze alabiliyorsanız, hiç düğmenize basmayın ve pişmanlığınızı üstünüze giyiverin. 

  Çünkü; her ne olursa olsun; ne kadar severseniz sevin, yıllardır beraber olun, paradan yana sıkıntınız olmasın, ne istediyseniz yapmış bile olsa, size hediyeler almış, yemeklerle karnınızı doğurmuş bile olsa, gün geliyor ve ne yazık ki oluyor.

   Yalnız geldik ve yalnız gideceğiz aslında. Sadece yolculuğumuz da nasılsa aynı yere giderken, yan yana gitmeyi planlıyoruz. Bunu yaparken şaşırmayın.

Ne yazık ki bunların hepsi olacak!

İç karartıcı bir yazı oldu, teşekkürler. 






10 Ekim 2016 Pazartesi

SOBE

Özlem Ekici

   Böyle öğrendik. İlk başta çizgi çizdik, daha sonra vurduk topa. Sonra bir baktık, geri geliyor top. Yanlışlık vardır diye düşündük ama yoktu. Her zaman bir engel koymuştuk aslında biz önümüze. Gözlerimizle hayal etmiştik, ellerimizle bu engelimizi oluşturmuştuk.
  
  Çok geç kalmadık aslında. Hayat ne halde olursa olsun, her zaman engellerimiz olacak. Nerede ve nasıl geldiğine önem vermeliyiz. Yoksa her seferinde çarptığı gibi gelir suratımıza çarpar, her zaman korkarız.

  Hayatımızı korkmadan geçirmek için, engelleri çizmek yerine, onların arkasını boşaltmaya çabalamalıyız. Ne kadar sert vurursak vuralım, mesafemiz ne kadar olursa olsun, her seferinde galip gelen biz olmalıyız.

  Sokaklarda yaşadık, küçüklüğümüzün en büyük zamanlarını o çimlerin üstünde ya da toprakların tozlarının içinde geçirdik.

  Çok sevimliydi, ayriyetten de çok mutluyduk. Sorun kendinize, o küçüklüğünüzde oynadığınız oyunların mutluluğu kaldı mı? 

  Cevabı için çok uğraşmayın, emin olun; kalmadı olacak. Tüm saflığımızı ve iyi niyetimizi o köşe başlarında, kaldırım üstlerinde bıraktık. 

  Hayat bize ne öğretmeye kalktıysa, her seferinde zorlanacağımıza o kadar inandırdık ki kendimizi, olmadan üzüldük, olduğunda perişan olduk. Anladığımızda ise çoktan geç kalmıştık; her zaman ki gibi. 

  Şartlandık, belki de programlandık. Büyüdük bu sırada. Farkında olmadan geçti gitti zaman. Dönüp baktığımızda, saklambaç oynadığımız günleri hatırlarız.

  O ağaca başımızı gömüp, kimseye fark ettirmeden insanlara bakarak saymayı hatırladık. Sevdiğimiz arkadaşlarımızı sobelemedik, sevmediklerimize hep kazık attık. 

 Ne oldu bilin bakalım?

  Dönüp dolaştı ve aynılarını bize yaşattılar. Hep arkamızı kollamak zorunda kaldık, “önüm arkam sağım solum” sobe demeden işe başlayamadık. 

  Büyüdük. Çabuk büyüdük. İnan olsun ki, büyümemeliydik.



Artık Facebook üzerinden de takip edebilirsiniz: buyrun buradan




Özlem Ekici, Personal Blogger Templates | Blog aa

Levla'nın Not Defteri - Kişisel Blog | Bütün Hakları Saklıdır | Copyright © | 2016 - 2023