Yazılarım E-postana gelsin.

Yaz E-Postanı!

28 Aralık 2016 Çarşamba

Issız - Aslı Durak

Özlem Ekici

Özlem, eskiten acı
Zaman ölüm ve yaşam
İçimin uslanmaz sarkacı..
Aklımda mührü gözlerinin
İçimde nar çiçeği anılar

Canıma batıyor bu cam kırıkları..

Ben sana aynaydım sen bana su

Ah şimdi günlerim

Ürkek serçe uykusu..

Ok gibi atıyorum seni

Her gün kendimden biraz daha uzağa
Ne yapsam sana varıyor yollarım..
Ses yoktur uyuduğun sularda
Renkler silinmiş, susturulmuştur her türkü
Nasıl da üşütür bizi yalnızlık..
Gel içimin saatini yeniden kur
İkimiz için başka rüya bulalım
Orada ölümün rüzgarı esmesin hiç..
Senin olduğun yerden doğar
Esrik bir düşün en güzel günü
Bilirim yıldızları söndürür terk etmenin hüznü...

 Aslı Durak







23 Aralık 2016 Cuma

Bekleyenler İçin - Ümit Yaşar Oğuzcan

Özlem Ekici


Bir ayak sesi duymayayım
Kapıya koşuyorum
Gelen sen misin diye
Bir sarı saç görmeyeyim
Yüreğim burkuluyor
Ağlamaklı oluyorum
Her şey bana seni hatırlatıyor
Gökyüzüne baksam
Gözlerinin binlercesini görürüm
Bir rüzgar değse yüzüme
Ellerini düşünmeden edemem
Yaktığım bütün sigaraların dumanları sana benzer
Tadı senden gelir
Yediğim yemişlerin
İçtiğim içkilerin
Ve içimdeki bu dayanılmaz sıkıntı
Bu emsalsiz hüzün
Seni beklediğim içindir

Resmine bakamaz oldum
Uykulardan korkuyorum artık
Utanıyorum odamdaki bütün eşyalardan
Şu sedir hala gelip oturmanı bekliyor
Şu ayna karşısında güzelliğini seyretmeni
Şu kadeh dudaklarına değebilmek için duruyor masada

Ve şu saat geldiğin anda
Durabilir sevincinden
Zaman çıldırabilir
Çünkü benim dünyamda
Ölümsüzlük, seni sevmek demektir.

Bir çocuk doğmayı bekler
Bir ağır hasta ölmeyi
Bitkiler yağmur ve güneşi bekler
Yalnız bir kadın sevilmeyi
Ve düşün ki bir adam
İçinde bütün bekleyenlerin korkusu ve ümidi
Seni bekler
Asılmayı bekleyen bir idam mahkumu gibi

Sen gelinceye kadar
Pencerem kapalı duracak
Rüzgar gelmesin diye
Artık perdeleri açmayacağım
Gün ışığı girmesin diye
Sonra kahrolacağım
Bu karanlıkta, bu derin yalnızlıkta
Ve günlerce gecelerce haykıracağım
Nerdesin diye, nerdesin diye

Bir gün bu kapıdan sen gireceksin
Biliyorum
Ergeç bu bekleyişin bir sonu gelecek
Yıllarca sonra
Öldüğüm gün bile gelsen
Bütün bu bekleyişlerimi ve öldüğümü unutup
Çocuklar gibi sevineceğim
Kalkıp sarılacağım ellerine
Uzun uzun ağlayacağım

Ümit Yaşar OĞUZCAN                                    




20 Aralık 2016 Salı

Dönüp Dönüp Başa Sarmanın Dayanılmaz Ataleti

Özlem Ekici

   Çok güzel metinler okudum sanat, edebiyat adına. Çok güzel müzikler dinleyip, çok güzel resimler izledim uzun uzun. İnsanın ürettiği her şeyin önemli olduğuna her zaman inanmaya devam ettim. İçlerinde yanılıp gerisinde durmak mecburiyetinde olduklarım da oldu. İnanmak söz konusu olunca ben bunu hep iyi niyetle sürdürmeye çabaladım. Kolay olmadı fakat aşırı zorlandığımı da söyleyemem.

   Bir süre sonra üreten, değer yaratan insan unsurunun kendisiyle ilgilenmeyi seçtim. Mekanizmasını, fizyolojisini anlamaya, kurcalamaya başladım. Temel sebep şuydu: insan neden üretir? Buna ihtiyaç duymasına sebep olan şey nedir? Sadece sanat, edebiyat, müzik ve resim değildi; insan aynı zamanda acı, yalan ve üzüntü de üretiyordu; sevinç ve heyecan da. Bunların hepsinin toplamıydı insan. Fark ettiğim, saydıklarımdan bir tanesi de olabiliyordu. Kapsam giderek derinleşmeye başlamıştı. Aklımda insana dair her şey yavaş yavaş dağılmaya başlıyordu. Yapı taşlarını oluşturan bütün o irili ufaklı nedenler giderek çoğalınca onları bir arada tutan bağlarda giderek zayıflıyor ve kopma noktasına geliyordu. Bunun sonuçları oldu. Ben hata yaptığımı düşünmeye başladım. Akıl insanı ölçemezdi. En bilinen haliyle bunu bir insan yapamazdı. Sanırım biraz ileri gittim. Haddimi aştığımı düşünüp bunu bir kenara atmak zorunda kaldım.

   Şimdi oradayım. Aslında hep oradaydım. Sadece yol aldığımı düşünmüştüm. Durup bekleyerek yol alamazmışım. Kendimi boş ümitlerin peşine takmış, gereksiz, kuru ve içi boş bir sürü sebebin peşine sürüklemişim.


   Akla inanmakla insana inanmak arasında derin benzerlikler var. İnsan da, akıl gibi sizi boş inançların peşinden sürükleyebiliyor. Uyandığınızda aslında hep o yatakta olduğunuzu hatırlamak kadar komik bir trajedidir bu konu.

*******

   Yazacak bir şeyler bulamıyorum. Bu, anlatacaklarımın tükendiğinin göstergesidir. Benim dışımda, benden bağımsız işleyen bir düzenin varlığından bahsediyorum. Şu yanılgıya düşmeden: ben tükendim. Bu yazacaklarımın da tükendiğine işaret eder. Böyle bir yanılgı taşımıyorum. Kabul de etmiyorum. Gerçek değişmez. Bazen sekteye uğrar. İçimde taşıdığım bir şeyin benden alındığını, çalındığını hissediyorum. Benim tekelimde karşılık bulan bu durum nasıl ve ne şekilde benden alınabilir? Bunu ben nasıl tükendiğimle ilgilendiririm?

   İşte burada çıkmaz oluştu. Benim çıkmazım. Girdap değil. Girdap işlenemez bir konu. Ben üzerine anlatacak çok şey bulamam. Ama çıkmaz? Çıkmaz, tam olarak içimde bir şeylerin bölünüp dağıldığına göstergedir. Her şey bitince geriye bizden bir şey kalmaz. Çıkmaz bana bunu anlatıyor. Çünkü ben ona soru sordum. Yazacak bir şeyleri kalmayan insanlar kendilerine çarparlar. Sonunda çatlayıp dağılana dek.

********

   Sürekli aynı noktada kalınca etrafta olan biten ne varsa belirginleşmeye, büyümeye ve keskinleşmeye başlar. Fark etmediğin, dikkattinden kaçan bütün nesneler -daha önce orada olduğu halde- bir bir gözünde yer kaplar. Bilgisayarın monitöründe günlerce yapışık halde bekleyen saçın, yıkamadığın için dibinde kahve kurumuş bardağın, bardağın masada bıraktığı iz… Üç haftadır kitap okumuyorum. Bazen okula giderken yol uzun olduğu için sıkılmayayım diye yanıma aldığım kitaplar hariç. Zaten onun da pek anlaşılır bir tarafı yok. Dikkatim çok çabuk dağılıyor. Okuduğumdan da bir şey anlamıyorum.

    Masa diyordum. Oradan uzaklaşmamam gerekiyor. Dün akşam masa başına gelirken beş adet mandalina aldım. Masanın solunda ufak bir kabuk yığını duruyor. Kurumuş, dağınık… Alıp mandalinaların olduğu torbaya boşaltıyorum. Masada yine iz, kabuk izi. Şiir yazdığım müsveddelerim; zaten masada bugüne kadar en çok onlar durdu. Bazı günler aldım karaladım. Bazı günler hiç görmedim bile. Bakmak istemedim. Yazacak bir şeyler bulamadım. Doğrusu bu.

   Kahve, evin anahtarı, cüzdan, fişler, tükenmiş pil yığını, faturalar, ucu kırılmış kurşun kalemler, silgi çöplerinden yapılan dağ yığını, içinde ne olduğuna bakmadığım siyah bir poşet. Hepsi bana bakıyor. Ben fark etmemişim.

*******

   Mesele anlatmanın ötesinde bir duruma dönüştü. İnsan çok basit bir durumu, anlaşılmayı, ifade etme güçlüğü yaşıyor. Bir tereddütün içinde yaşıyorum.

Ve nihayet son.





9 Aralık 2016 Cuma

İz Vardı

Özlem Ekici


İz vardı.
Olur ya dudaklarında insanın...
Veya yağan karlı bir günün ardından atılan bir adım.
Daha iyisi mi?
Sabah kalktığında kalan yüzün yastıkta.
Ama bilirsiniz buğulu bir cama yazı yazmayı,
Yırtılan bir kitabın sayfasını,
Dalda konmuş bir kuşun aniden uçmasını...
Hele de çorabınızı çıkartırsınız parmaklarınız kalır.
Topuklarınız kalır.
İllaki kalır bir şeyler.
Ben de böyleyim.
Dudaklarımda kalmışlık,
Yağan yağmurun zifte bıraktığı renk gibi,
Uzun süre takılı kalan gözlük gibi,
En güzellerinden biri ise dokunulan o çiçeklerin kalmışlığı gibi derim.
Oturduğum yerlere kendimi bıraktığım,
Zannedilen aksine hiç gitmediğim,
Belki dursam sanacağım dediğim...
Ama en güzeli mi,
Dudaklarım da parmaklarının kokusunu bıraktığı gibi derdim.
Kahverengi parmakları,
Dutlu budaklı dudakları,
Hayatıyla sevabıyla anları,
Ve olur ya insanın dudaklarında...
İşte anladığım tek şey
İz vardı.



8 Aralık 2016 Perşembe

KAFKA'NIN BEBEĞİ

Özlem Ekici
   Hikayeye göre günün birinde Franz Kafka rutin yürüyüşlerini yaptığı parkta küçük bir kıza rastlamış. Kız ağlıyormuş. Oyuncak bebeğini kaybetmiş ve bu onu oldukça üzmüş. Kafka, bebeği onun yerine aramayı önermiş ve ertesi gün aynı noktada buluşmak üzere sözleşmişler. 

  Sonra Kafka vakit yitirmeden eve koşup bir mektup yazmaya başlamış. Bebek tekdüzelikten, hep aynı insanlarla yaşamaktan bıkmış, artık dünyayı gezmek, yeni arkadaşlar edinmek için seyahate çıktığını yazmış. Bu mektubu buluştuklarında kendisine okumuş;
“Lütfen benim için kederlenme, dünyayı görmek için uzun bir yolculuğa çıktım. Sana başımdan geçenleri anlatacağım.” diye de eklemiş mektubun sonuna.

   Bu birçok mektubun ilkiymiş. Kafka, küçük kızla her buluştuğunda sevgili oyuncak bebeğin hayali maceralarını özenle yazdığı mektuplardan ona okurmuş. Küçük kız da bu şekilde avunurmuş.

  Derken gün gelmiş, görüşmelerin artık sonu gelmiş. Kafka, son görüşmede küçük kıza bir oyuncak bebek getirmiş. Küçük kız, aslından oldukça farklı olan oyuncak bebeğe şaşkınlıkla bakakalmış. Bebeğe iliştirilmiş bir not küçük kızın şaşkınlığını gidermiş: “Yolculuğum beni çok değiştirdi.”

  Uzun yıllar sonra, artık bir yetişkin olmuş olan küçük kızımız, gözü gibi baktığı bebeğinin, gözünden kaçırdığı bir çatlağının içine sıkıştırılmış bir mektup bulmuş. Kısaca şöyle yazmaktadır :

“Sevdiğin her şeyi er ya da geç kaybedeceksin, ama sonunda sevgi başka bir surette geri dönecek.”

*******

   Kafka hakkında bu hikayeyi daha önce okudunuz mu bilmiyorum ama okuduysanız bile dahası var bu hikaye hakkında. Peki ya Kafka'nın son eserini bu küçük kızın yüzünü güldürmek için yazdığını söylesem. Oyuncak bebeğini kaybettiği için hıçkıra hıçkıra ağlayan bir küçük kızın yüzünü güldürmek, onu yeniden hayata bağlamak için bir eser yazar mıydınız? Franz Kafka yazmış, Gert Schneider’ın Kafka’nın Bebeği adlı romanında bunları daha ayrıntılı olarak bulabilirsiniz. :)

  Hayatının son yıllarını Berlin’de geçiren büyük yazar Franz Kafka hergün yaptığı gibi parkta yürüyüşüne çıkmış. Tabi onca işine gücüne, onu hızla tüketen hastalığına rağmen Kafka'nın bu mektup yazma işine girmesi garibime gitmedi de değil hani. Son günlerini birlikte geçirdiği sevgilisi Dora Diamant “Sadece küçük bir kızı kandırmak için değil, eserlerini yaratırkenki ciddiyetle, adeta yazınsal bir tutkuyla yazıyordu” diye anlatıyor bu durumu.

  Yani Kafka son büyük eserini, 1923’te, küçük bir kızın gözyaşlarını dindirmek için yazmış aslında. Dora Diamant’ın röportajlarında ve yazılarında anlattıklarına göre, aksatmadan her gün parka gidip kıza yeni mektuplar okuyor, bebeğin büyüyüp okula gitmesini, yeni insanlarla tanışmasını anlatıyormuş. Amacı küçük kızı, bebeğin hayatından tamamen çıkacağı âna hazırlamakmış. Sonuncu mektupta bebeği evlendirmiş, hatta ona gayet şenlikli bir düğün merasimi tasarlamış. Bir yazarın harikulade yalanı olsa gerek bu. :)

    Kafka'nın bu küçük kızla birkaç ay süren ve rivayet olabilir şüphesi hala bulunan hikayesi Gerd Scheneider tarafından "Kafka'nın Bebeği" adıyla romanlaştırıldı. Bu romanda Kafka'nın kayıp el yazmalarını, mektuplarını ve eserlerini gün ışığına çıkarmayı, hayatının gölgede kalmış noktalarını aydınlatmayı amaçlayan "Kafka Projesi" kapsamında yazıldı. Bilindiği üzere Kafka'nın eserlerinin çok azı elimizde. Eserlerinin bir kısmını kendisi yakmış, bir kısmı da ailesinden geri kalanların Nazi kamplarında öldürülmesinden dolayı ulaşılamamıştır. 

  Şimdilerde Kafka uzmanları ve okurları, yazarın son aylarını birlikte geçirdiği sevgilisi Dora Diamant tarafından aktarılan bu hikayenin somut kanıtlarını, yani bebeğin ağzından küçük kıza yazılan mektupları bulmanın peşinde… O zamana dek, Gert Schneider’ın kısmen belgeleri tarayarak, kısmen de hayal gücünü kullanarak yazdığı romanı okuyun derim. Edebiyatın kimi zaman hayat kurtaracak kadar güçlü olabildiğini görmek için okunması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum.

  Tabi araştırdığınızda göreceksiniz ki bu hikayeyi ilk yazan Gert Schneider değilmiş. Evet, bu hikayeye Paul Auster "Brooklyn Çılgınlıkları" adlı romanında da yer vermiştir. Paul Auster bu olaya: “Küçük kız, yazı sayesinde sayesinde bebeğini özlemekten, aramaktan vazgeçmişti. Kafka, bebeğin yerine başka bir şey vermişti ona. Bir hikâyesi vardı artık. İnsan bir hayal âleminde, bir hikâyenin içinde yaşayabilecek kadar şanslıysa eğer, gerçek dünyanın acıları sona erer. Hikâye devam ettiği sürece gerçek yoktur.” diyerek yer vermiştir.

  Bu olayı aslında Kafka açısından da değerlendirmek gerekiyor ki bu arkadaşlık ve mektuplar sayesinde tekrar yazma tutkusuna sarılmıştır. Ölümün pençesinde olan bir yazar için hayatına daha bir şevkle bağlanmasını sağladığı görüşündeyim. Yani bu mektup yazma hem küçük kız hem de Kafka için hayatlarına devam etmeyi sağlayan yararlı bir olaydır.

  Sonuç olarak bu hikaye gerçek de olsa, sadece iyi niyetli bir rivayetten ibaret de deseler, gerçekten güzel. Sonuçta bizde uyandırdığı duyguların gerçekliğini biliyoruz. Gönlümüz yele tutulmuş gelincik çiçekleri gibi titrek, zihnimizde gönül kazanmaya dair derviş hikayeleri de sökün ediyorsa hikayenin gerçek veya kurgu olması neyi değiştirir ki? 

Kitaptan bir alıntıyla son bulduruyorum yazımı. Bir dahaki yazıda görüşmek dileğiyle. Yorumlar kısmında düşüncelerinizi ve görüşlerinizi bekliyorum. :)

Yere düşen bir çocuk, ortamdakileri kahkaya boğmuşken Franz, alçak ama kararlı bir sesle “Ne kadar da ustalıkla düşüp ve ne kadar da ustalıkla ayağa kalktın sen öyle!” der. Sessizleşir herkes.


Ufacık Bir Not: Bizi Facebook üzerinden takip edebilirsiniz...


4 Aralık 2016 Pazar

Biraz Yorgunum - Şilan Avcı

Özlem Ekici

Biraz yorgunum.
Kavgaları birikiyor insanın,
Her uzvundan ayrı ayrı taşıyor
acısı zamanla.
Yaşımdan yorgun, 
Yaşımdan telaşlıyım bugünlerde.
- Kaç yaşındayım sahi..
Saymadım, bilmiyorum.
Belki kırklarımdayım.
Belki otuzlarımda,
Belki de doksan sene yuvalandım.
Bu dünyanın sırtında,
hiç bilmiyorum!
Hayat taviz vermediği hızı ve kavgasıyla akıp gidiyor!
Baharın rahiyasından akıp coşan çiçeklerle hatırlıyorum lise yıllarımızı!
Kimimize kış, kimimize bahar olup canıyla değen babalarımızı!
Bu memlekette insanlar belki de en çok baba sancısıyla inliyor, 
en çok baba deyince aklımıza gelir çocukluğumuz.
Mazinin araladığı perdeden sızıyor eski günler..
Onlarla kavgalı onlarla sevdalı olduğumuz.
En çok baba yokluğunun hüsranıyla kızıyormuş zaman ayrılığın yarasını.
İnsan baba olunca anlıyormuş babasını!


Şilan Avcı

Not: Bu şiir Yedi Güzel Adam dizisinde seslendirilmiş ve bazılarımızın Erdem Bayazıt'a ait olduğunu düşündüğü bir şiirdir, lakin iyice araştırıp baktığımızda bu şiirin Şilan Avcı'ya ait olduğunu ve dizi içerisinde seslendirenin Erdem Bayazıt olmasından dolayı ona ait olduğu konusunda yanıldığımızı görebiliriz.


2 Aralık 2016 Cuma

ÖZGÜRÜZ(?)

Özlem Ekici


William Wallace soruyor, "Özgürlüğünüz olmazsa ne yaparsınız?"
Siz ne yapıyorsunuz?
Özgürce kölelik… Kölelik hakkımızı kullanıyoruz… Bu yazıyı okuyorsunuz ve bu yazı bilgisayarınızın içinde. Ayaklarınız yıllardır toprağa değmedi. Yağmurdan kaçıyorsunuz çünkü hasta olmaktan korkuyorsunuz. Hasta olursanız işe gidemez, borçlarınızı ödeyemezsiniz. Okula gidemezsiniz,eğitiminiz yarım kalır, ki bu kötü bir gelecek demektir değil mi?
"Ben özgürüm!" diyebiliyor musunuz?
Özgür değilsiniz. Sadece zincirleriniz uzun.
Bu sizin hatanız. Atalarınızın yolundan gitmeyi reddettiniz ve, "Bizler modern insanlarız!" dediniz. Ama bu köleliğiniz daha az yağmur yağmasına, buzulların erimesine, gezegenimizin ikliminin bozulmasına, araçlarınız için petrol savaşları çıkmasına ve daha binlerce olumsuz şeye neden oldu, olacak.
Özgür değilsiniz!
Borçlarınızla kölelleştirildiniz. Yağmur yağmıyor artık. Yağsa bile felaketlere neden olacak kadar şiddetli yağıyor. Artık rahatlayabilirsiniz. Cep telefonlarınızla, msninizle vs. konuşmaya, marketleri adeta soymaya devam edebilirsiniz artık.
Özgür değilsiniz!
Özgür olmak bedel ödemeyi gerektirir çünkü!
Özgür olsanız sudan çıkmış balığa dönersiniz!
Özgür değilsiniz!
Yaşamlarınıza kölesiniz!
Yaşlanmadan ve pişmanlığınız anlamsızlaşmadan modern hayatın kıçına tekmeyi basın!
Eğer evinizdeki televizyonu paramparça edemiyorsanız en azından uzak durun ondan, izlemeyin. İnternetinizi, cep telefonlarınızı, hormonlu meyvelerinizi, kimyasal boyalarla şirinleştirilmiş market ürünlerinizi terk edin.
Özgürlük kurtlu elma yemektir bu yüzyılda…
Özgür değilsiniz!
Dört mevsim kıpkırmızı, sulu yani hormonlu elmalar yediğiniz sürece de köle kalacaksınız!
Şirketlere köle, devletlere, insan eliyle yapılma kanunlara…
Geçen akşam bir Kemal Sunal filmi vardı. "Deli Deli Küpeli"  filmi, hani akıl hastanesinden kaçan 2 kişi bir kasabaya geliyor ve Kemal Sunal’ın oynadığı karakter bir şekilde belediye başkanı oluyor ve bir sahnede diyor ki, "Eğer kanunlar vatandaşın acı çekmesine neden oluyorsa o kanunu kaldırıyorum!"
Özgürlük cebinizde para olunca yaşadığınız şey değildir. Sizi ve beni böyle kandırdılar.
İlk insanlar avdan elleri boş dönünce avı iyi gitmiş diğerleri avlarını onlarla paylaşırdı.
Biz modern insanlar kilit üzerine kilit vuruyoruz evlerimizin kapılarına…
Özgür değilsiniz!
Kurtlu elmaya dönün.
Yaşam kurtlu elmalarda.
Yaşam birazı çürük görünen sebzelerde, yaşam üzerinize yağmur yağarken göğe bakıp şükretmekte…
Kurtlu elmaya dönün!
Gerçek insanlara dönün!
Gerçek insanlar olun!
Yüzünüzü doğaya dönün!
Kurtlu elmalarla barışın!
Makyaj yapmayan kadınlara aşık olun!
Gerçek erkeklere aşık olun!
Bebek gülüşlerine iman edin!
Vantilatörlerle değil kelebek kanatlarıyla serinleyin!
Tutkunuzla ısının!
Gerçek insan olmayı hatırlayın!
O yani gerçek insan içinizde bir yerde… O ölmedi,onun ruhunu değil bizzat kendini çağırabilirsiniz!
Size gelecektir!
Özgürlük son model bir arabayla hız yapmak değildir!
Özgürlük çamurlu ayaklardır!
Özgürlük dağınık saçlardır!
Özgürlük ter kokmaktır!
Özgürlük domatesi kendi bahçenizde yetiştirmektir!
Modern hayatın kıçına tekmeyi basın!
Özgürlük kurtlu elmalardadır!

Kurtlu elmalara dönün!


SAHİP OLDUKLARIN SONUNDA SANA SAHİP OLUR!


Ufacık Bir Not: Bizi Facebook üzerinden takip edebilirsiniz...

Özlem Ekici, Personal Blogger Templates | Blog aa

Levla'nın Not Defteri - Kişisel Blog | Bütün Hakları Saklıdır | Copyright © | 2016 - 2023